Yazar: 16:03 Anahtarcı Yazıları, Analiz, Manşet Haberler

Oku! “Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”

“Oku!” diye başlar Kuran.

“Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla…” 

Birçok tartışma vardır her konuda olduğu gibi burada da. Oku kelimesinin Arapçası olan “İkra” sözcüğünün asıl anlamından tutun, indirilen ilk ayetin hangisi olduğuna kadar bir sürü fikir, görüş, teori atılır ortaya.  Kelime anlamının aslında oku değil de “duyur, çağır, düşün” olduğunu savunanlar vardır örneğin.

Düşün!

Evet, burası ilginçtir. Çok ilginç hem de… Kuran’da defalarca tekrar edilir bu emir.

Hiç düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz, akıl edenler için apaçık ortadadır.”

Apaçık?

Kuran’da “muhkem ve müteşabih” ayetler olduğu söylenir. Yani kutsal kitabımızın içinde hikâye, kural, kanun, öğüt ve tavsiyeler vs. gibi ilk okunduğu zaman hemen anlaşılacak muhkem denen ayetlerin yanı sıra sıradan okuyucunun asla ama asla anlayamayacağı, belirli bir ilime ulaşmadan bilinemeyecek “müteşabih” ayetler vardır.

Bize böyle anlatılmıştır hep.

Çok zorlamamak gerekir. Nasıl olsa anlamayız. Fazla zorlamaya da gerek yoktur.

Hâşâ… Günah…

Ah şu ruhban sınıfı!  İşte tam da burada, bir kere daha karşımıza çıkar.
“Siz okumayın boşuna, bir kısmını anlarsınız, anladığınız kadar kısmı yeter size ki zaten anlamazsınız, geri kalanını bize bırakın, biz gerekirse size anlatırız” derler resmen.

Bütün dinler işte tam da bu şekilde yozlaştırılmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm, Brahmanizm,  Sihizm, Cainizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük ve diğer hepsi… Din belirli bir elit sınıfa ait olacak, sıradan halk ise Tanrı’ya sadece ve sadece bu özel, hatta seçilmiş insanlar sayesinde ulaşabilecektir.

“Allah katında din, ancak İslam dinidir. Kendilerine kitap verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık ve haddini aşma yüzünden ihtilafa düştüler ve kim Allah’ın ayetlerine inanmazsa bilsin ki Allah, pek tez hesap görür. *Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet”

“Ben size şah damarınızdan daha yakınım” diyen Allah bunu mu istemiştir gerçekten? Aracı mı koymuştur araya?  Peki, bu anlaşılmaz metinleri neden yollamıştır o zaman?

Bir de bazı surelerin başında “hurûf-ı mukataa” denen harfler vardır. Bunlara“hurûf-ı teheccî” adı verildiği gibi surelerin ilk harflerini olduğundan “evâilü’s-süver” ve “fevâtihu’s-süver” de denilmiş, ne manaya geldikleri, surelerin başında ne amaçla yer aldıkları bilinmediğinden “hurûf-ı mübheme” olarak da adlandırılmıştır.

Birçok Arapça kelime ve terim…

Yeteri kadar kafanız karıştı mı? İşte tam da istenen şey budur. Durun, daha yeni başlıyoruz. Aslında olayın hiç de düşünüldüğü gibi olmadığını göreceksiniz.

“Ta sin mim” harfleri ile başlayan “Şu’arâ “suresi “Bunlardır gerçekle batılı açıklayan apaçık kitabın ayetleri” diye devam eder. Apaçık kitabın ayetleri çok iddialı değil midir? Ruhban sınıfının tekerine çomak sokmak olmaz mı bu? Peki, ayet ne demektir?

“İşaret…

” Sözlükteki asıl anlamı “bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alâmettir. Buna bağlı olarak “açık alâmet, delil, ibret” gibi anlamlarında da kullanılmıştır.

Dinlere musallat olan ruhban sınıfı her şeyi olduğundan da karışık, zor ve anlaşılmaz göstermek istiyor anlaşılan.

Peki, din nedir? Anlamı nedir? Hiç düşündünüz mü? “Her şeyi çok iyi bilen” Wikipedia’ya göre din:  “Din, genellikle doğaüstü, transandantal ve ruhsal unsurlarla ilişkilendirilmiş, çeşitli ayinler ve uygulamaları içeren, ahlak, dünya görüşleri, kutsal metinler ve yerler, kehanetler, etik kuruluşlarından oluşan bir sosyo-kültürel sistemdir.

“Doğaüstü”

Tartışmalı bilgiler yumağı haline dönüşen Wikipedia en başa yapıştırmış “can alıcı” kelimeyi. Neyse, şu an konumuz bu değil. Gelin din kelimesini inceleyerek devam edelim.

 Din kelimesinin anlamı “borç” demektir.

Bundan başka otuzdan fazla anlamı olduğu söylense de yakın zaman kadar biz de din kelimesinin çoğulu olan bir terimi kullanıyorduk. “Düyun-u Umumiye” 1881-1923 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurumdu. “Genel Borçlar” anlamına geliyordu.

Ceza, karşılık, örf, âdet, zül,  inkıyat, hesap, hâkimiyet, galibiyet, saltanat, mülkiyet, hüküm, ferman, makbul ibadet, millet, şeriat ve itaat gibi anlamlar yüklense de din yani borç kelimesinin amacı, karşılığı nedir? Kuran neden gönderilmiştir? Allah kitabını tüm insanlığa neden yollamıştır? Ne ister bizden?

Kuran 137 ayette insanı tefekküre davet eder. 137 sayısının bir anlamı var mıdır? Sayı, şifre, hesaplama gibi konular ilgi alanımızın dışında olsa da enteresan bir durum daha karşımıza çıkar:

 “Sâffât” suresinin 138. ayeti belki de aradığımız cevabı vermektedir:
“Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”   137 defa tekrar edip “sıra sıra dizilenler, saf saf duranlar” anlamına gelen Saffat Suresinin 138. Ayetinde bir kere daha soruyor Allah.

Kuran’ın indirilen ilk ayeti Ikra… “Oku, düşün, duyur, çağır.”   En baştaki Alak Suresi böyle başlar. Peki ya peşinden indirilen sure hangisi dersiniz? “Kalem Suresi”  Oku, öğren, düşün, akıl et, karşılaştır, tefekkür et ve sonra da anlat.  Yaz der Kuran. Öğrendiklerini yaz, başkaları da okusun. Yazmak Kuran’ın ayetidir, işarettir, emirdir. Yazar olmak kutsal bir emirle gelen meslektir anlaşılan.

Düşün! Tefekkür, insanın kendini, zihnindekileri, kalbindekileri, gönlündekileri, geçmişi, geleceği, yaptıklarını, yapacaklarını, zamanı, kâinatı, varlıkları, doğayı, yaratıkları, kuralları, kaideleri, sebep, sonuç ilişkisine dayanarak düşünmesi ve kâinattaki eşsiz mükemmellikteki düzenden ders çıkarması demektir. Yani Allah’ı ve yarattıklarını düşünmek anlamına gelir.

Düşünmek… Aklından geçirmek, göz önüne getirmek, bir sonuca varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki ilgilerden yararlanarak fikir üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak, muhakeme etmek, zihin yoluyla arayıp bulmak, bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak, akıl etmek, ne olabileceğini önceden kestirmek, tasarlamak, tasalanmak, kaygılanmak…

Anlaşılan Kuran bizden matematiksel düşünme sistemi kullanmamızı istiyor. Bilimden, ilimden ayrılmayın diyor. Bilgi, anlatı, öğreti ve verilerdeki önemli örüntüleri keşfetme, yorumlama ve iletmemizi bekliyor. Matematiğin, matematiksel düşünce sisteminin altını çiziyor.

Matematik…

 Matematiksel düşünme, sadece sayıları ve soyut matematiksel kavramları içeren durumlarda değil, aynı zamanda günlük yaşam durumlarında da gerçekleştirilebilecek bir yöntemdir. Hayat matematiktir. Çevremizdeki, dünya, uzay, boyut ve evrenler… Hepsinin bir matematiği vardır.

Matematiksel düşünce sistemi olan analitik, normalde fark edemeyeceğimiz iç görü ve anlamlı verileri anlamamıza yardımcı olur. Bilinçli kararlar alırken verilerden elde edilen bilgi ve düşünceleri kullanmaya odaklanarak fikir geliştirmemize yardım eder.

Analitik düşünme, aynı zamanda karmaşık problemleri basitleştirip yönetilebilir küçük parçalara bölünmesi ile çözüme olabilecek en hızlı ve en doğru şekilde ulaşmayı amaçlayan bir yöntemin adıdır. Analitik düşünmede genel olarak tümdengelim yöntemi uygulanır. Binlerce yıldır felsefeciler bir düşünme sistemi geliştirmek için temelde iki farklı yöntemden yola çıkmıştır. Tümevarım ve tümdengelim…

Modern düşünce sisteminin temellerini atan Aristoteles, varlık ve bilginin anlaşılması konusunda kendisinden önceki filozoflara nispetle daha sistemli bir yol izlemiştir. Aristoteles, önceki düşünürler gibi tümel kavramını kabullenmiş, fakat bu kavrama yüklediği epistemik (bilgi ve kavramla ilgili olan) değer meselesinde onlardan ayrılmıştır.

Aristoteles açısından bilim ve bilgi doğrudan tümel kavramlar ile bağlantılıdır, fakat bunu elde etmenin yolu tekillikten geçmektedir. Tekil ve tümellerin temel özelliklerinin belirlenmesi ise soyutlama ve tümevarım sayesinde elde edilir. Bu nedenle de her iki kavram, Aristoteles epistemolojisi ve ontolojisi (varlıkbilim) için vazgeçilmez öneme sahiptir. Bilimsel yöntemin öğeleri olan çıkarım ve tanıtlama yollarını inceleyen Aristoteles, analitiği biçimsel mantıkla eşanlamlı tutmaktadır.

Antik düşünürler konu edildiği zaman diyalektik kavramına da bir göz atmak iyi olacaktır. Diyalog ve etik kelime köklerinden türetilen diyalektik, kurallı bir şekilde tez ve antitezin ortaya konulmasıyla belli bir konu üzerinden ortak değerlerin inşası anlamına gelir. Başlangıçta tartışma sanatı ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamında kullanılmıştır. Diyalektik, karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimdir.

Heraklitos’un “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” sözü diyalektik üzerine yapılan bütün çalışmaların başlangıç noktasıdır. Tartışılmış, bir şekilde tezden senteze geçmiş, farkında olunmadan tekrar tartışılmasıyla yine aynı soru ve olası varsayımsal cevaplara ulaşılacak kavram değerlerine verilen genel adlandırmadır.

Diyalektik mantık terimine ise ilk kez Kant’ta rastlarız. O da anların biçimlerini tümevarım yöntemi kullanarak incelemeyi tercih etmiştir. Ancak Kant oldukça geniş bir mantık anlayışının bir bölümü olarak konuya değinir. Hegel, Herakleitos ve Platon’un anlatısını boyutlandırıp üç aşamalı gelişme anlayışını ekleyerek oluşturduğu diyalektik mantığı idealist felsefesinin temeli yapmıştır.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel diyalektiği tam bir felsefi çatışmaya dönüştürmüştür. Yöntem olarak içerimleri kuramsal bir açıklamayla ortaya koyar. Hegel’e göre mutlak fikrin tez, antitez ve sentez olarak diyalektik üçlü hareketiyle gerçekleşmesi ve bu şekilde anlaşılması gerekir. Hegel, düşüncenin hareketinden sezinlediği diyalektiği, evrenin hareketine yöneltmiştir.  Hegel evreni “maddeleşmiş bir fikir” olarak görür. Düşünce ve varlık özdeştir. Diyalektik, bütün düşüncenin ve varlığın gelişim sürecidir.

Karl Marx ise Platon, Herakleitos ve Hegel öğretisinden gelen diyalektiği değiştirip geliştirerek realist, materyalist diyalektik mantığı kurmuştur. Modern zamanların kapitalist ve materyalist sisteminin de etkisiyle “diyalektik” konusında Marx, çok daha popüler olmuştur.  Marx’ın gerçekçi ve materyalist diyalektiği ile Hegel’in görüşleri sürekli çatışma halindedir.

Marx, Hegelyan diyalektik düşünme sürecini tersine çevirmiş,  maddeci bir temelde değerlendirmiştir. Çelişki ve dolayısıyla karşıtlık kavramıyla bağlantılı olarak açıklamıştır. Marx, maddenin hareketinin diyalektik iç çelişkilerinin ürünü olduğunu ileri sürmüş ve düşüncenin diyalektiği de bu noktada maddenin hareketinin bilince yansıması olarak değerlendirmiştir.  (Felsefi konulara meraklı çok yoktur belki ama biraz sabır, az kaldı)

Marksist felsefe diyalektik materyalizm olarak ifade edilecek ve böylece bu yöntem, giderek diyalektik hareketin bilimi hâline gelecektir. Engels’e göre diyalektik, “dış dünyada ve insan düşüncesindeki hareketin genel yasalarını inceleyen bilimdir”.  Bu tarif ile diyalektik sayesinde bilimlerin geliştiği savunulmuştur. İşin gerçeği din ile bilim kökten birbirinden ayrılmıştır. Bilimsel bir konunun din, dini bir konunun ise bilimle ilgisi olamaz.

Marx öğretisine göre düşünme dünyası bireyseldir. Zihin dışındaki her şey dış dünyayı oluşturur. Dış dünyada ise gezegenler, yıldızlar, evren, gerçek ya da nesnel olarak var olan her şey, toplum, canlılar, insan, insanların ürün ve eylemleri vardır.

Sonunda….

Antik dönemde başlayan batılı felsefi düşünce sistemleri aydınlanma çağında (the enlightenment period) son şeklini alırken materyalizm önem kazanacak, kapitalizm güçlenecek ve kendisini modern, aydın ve kalkınmış gösteren batının sömürgeleşme süreçleri hızlanacaktı. Hıristiyan dünyasındaki kilise ve ruhban sınıfının egemenliği etkisini kaybederken bilim ve teknoloji de hızla gelişecekti.

Aydınlanma çağı, küresel etkileri ile 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’ya egemen olan entelektüel ve felsefi bir hareketti. Felsefe, edebiyat, sanat, bilim ve teknoloji gelişirken Avrupa soykırımlar kıtasına dönüşmüştü. Batıdaki egemen güçlerin yüzlerine takındıkları insan hakları maskesi kazındığı zaman altından oluk oluk akan kanlar ve pek çok soykırım çıkmaktaydı.  Aydınlık olarak gösterilen çoğu şey aslında karanlığa sebep olmuştu.

Avrupa ‘karanlık çağ’ döneminde dine aykırı olduğu düşüncesiyle bilim ve düşünmeyi yasaklamıştı. İslam âlimleri tarafından zamanında Yunanca’dan Arapça’ya yapılan çeviriler sayesinde antik Helen uygarlığını batılı düşünürler de keşfetmişti. Yapılan seferlerde Endülüs halkının müreffeh yaşamı karşısında hayranlık duymuşlardı. Arapça eserleri özellikle de İbn Rüşd gibi âlimlerin kitaplarını Latinceye çevirerek Aydınlanma Çağı’na zemin hazırlamışlardı.

Aydınlanma Çağı batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, dogmatik yani değişmez kabul edilen varsayım, önyargı ve ideolojilerden özgürleştirip yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi olarak tanımlanıyordu. Böyle yazmıştı bütün kitaplar. İşin gerçeği ise bambaşkaydı. Yeni bir bilgi arayışında değildi batılı düşünürler. Kadim ve muhteşem bir bilginin peşindeydiler.

Kabala

Yahudi mistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu veya kurallar bütünü dense de Kabala’nın geçmişi Musa’dan da önceye dayanıyordu. Antik Mısır’dan uzak Asya’ya kadar oldukça geniş bir coğrafyada izlerine rastlamak mümkündü. Kabala öğretisi, herhangi soyut bir şey ile uğraşmıyor, sadece insanın nasıl yaratıldığı ve daha yüksek varoluş seviyelerinde ne şekilde faaliyette bulunduğu ile uğraşıyordu. Değişmeyen, sonsuz ve ebedi tanrıları Yehova’nın gizemi Ein Sof‘u (Sonsuz) ve ölümlü, sonu olan evrenin arasındaki ilişkiyi felsefî bir şekilde araştıran bir dizi gizli, ataerkil öğretiydi.

Kabalistler bilgeliğin manevi dünyaya ulaşmak için bir araç olduğuna inanıyordu. Dünyayı keşfetmek için, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimleri kullanırken beş duyudan faydalanılıyorlardı. Ancak içinde yaşadığımız dünyayı bütünüyle anlamak, gizemleri keşfetmek ve gerçek bilgiye ulaşmak için insan duyularının algılayamadığı gizli bir âlemi keşfetmek gerekmekteydi.

Kabala sadece yaratılışın tasarımını değil, aynı zamanda her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, evreni başlangıçta tasarlayan Tanrı gibi, nasıl bir tasarımcı olunabileceğini öğretiyordu. (iddia ediyordu) Yani Kabalanın asıl amacı nasıl tanrı olunacağını öğrenmekti.

Batılı aydınlar gnostik öğreti ve apoklif metinlerin peşindeydi. Asıl bilginin kaynağı olarak gördükleri Kabala sayesinde Lucifer’in ışığı ile aydınlanacaklardı. Toplum ve sınıfların üzerinde bir konumda tanrılığa özenip kendilerini tapınç konusu yaptırmak istiyorlardı. Aydınlanma çağının ünlü isimleri daha detaylı olarak incelendikçe oldukça şaşırtıcı gerçekler ortaya çıkmaktaydı. Neredeyse hepsi de Luciferian inanca sahipti.

Kimdi bu Lucifer?

Lucifer, Latince’de Venüs gezegeninin sabah saatlerindeki halini tanımlamak için kullanılmış isimlerden biridir. Aynı zamanda Venüs ile ilişkilendirilmiş pek çok dini ve mitolojik varlıkla da aynı arketipsel özellikleri taşır. Dini açıdan Venüs ve Lucifer ile ilgili hikâyeler pek çok kültürde “düşme” ile ilişkilendirilmiştir. Düşmüş melekler? Nephilim? Anunnaki? Kovulmuş Şeytan?

Eski Ahit’te göre Lucifer kibrine ve hırsına yenik düşmüştür. Tanrı’nın yarattığı ve kendinden daha güçsüz olan insanoğluna itaat etmeyeceğini söylemiş ve tanrılığa özenmiştir. Lanetlenip cennet bahçelerinden kovulmuştur. Lucifer, Baphomet, Mephistopheles, Loki, Mara, Seth, Saturn , Satan , Erlik, Prometheus, Tiamat, Omoroca, Azazil, İblis ve Şeytan… Değişik kültür ve dinlerde hepsinin hikâyesi az çok aynı değil mi?

Çok ilginç yerlere gelmeye başlıyor muyuz?

Dışarıdan bakıldığında, Kabala’nın Hıristiyan yorumuna dayanan bir felsefe olarak görülmesine ve Satanizm ile ilişkilendirmesine rağmen; Luciferianizm, yalnızca şeytan figürünü veya Şeytan’ı değil, Sabah Yıldızı’nın çeşitli yorumlarını temsil eden Lucifer’in daha geniş bir sembolizmini temsil ediyordu. Şeytandan çok şeytancıydılar anlayacağınız.

Yunanlar ve Mısırlılar gibi eski kültlerde buna benzer inançlar vardı.  Bu bağlamda Lucifer, aydınlanma, bağımsızlık ve insanlığın ilerlemesinin bir sembolüydü. Gnostisizmden etkilenen Luciferianizm’de Lucifer’e Şeytan olarak değil; yok edici, koruyucu, kurtarıcı, ışığı getiren, karanlığa rehberlik eden ruh ve hatta Yehova’nın aksine gerçek tanrı olarak saygı duyulmaktaydı.

Aydınlanma çağında diyalektik ile düalite bazen bilinçli bazen de farkında olmadan birbirine karıştırılmıştı. Düalizm oldukça kadim bir kavram olmasına rağmen anlamı bağlamından saptırılmıştı.

Kabala’yı biraz daha anlamak için Bakara suresine yoğunlaşmak gerekir ki bu da başka bir yazı konusu olsun.

Bismillahirrahmânirrahim, Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla.

“Elif Lâm Mîm…”

O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.

Sevgi ve saygılarımla

Emre Gürcan

[email protected]

(Visited 277 times, 1 visits today)
Kapat
Yandex.Metrica